Küçük bir kutu, evimizin en kıymetli köşesinde dururdu: radyo. Haberler, müzikler, kültür programları, hatta oyunlaştırılmış hikâyeler… Hepsi kulağımızda gezinir, zihnimizde can bulurdu. Şimdi o sesi, podcast’ler aracılığıyla dijital dünyada yeniden buluyoruz."
Seslerin kulağımızda gezindiği küçük bir dünya: radyo. Geleneksel bir kitle iletişim aracı olarak yıllarca evlerimizin sıcaklığına dokundu. Kendini yenileyerek güncelliğini ve etkinliğini koruyor; şimdi podcast’lerle dijital çağın içinde yeniden hayat buluyor. Podcast’te bir hikaye dinlerken geçmişin ruhuna gidiyorum; 70’li yıllar, çocukluk dönemim. “Podcast radyonun yerine geçebilir mi?” diye fısıldıyorum kendi kendime.
Radyo, haber, bilgi, müzik, eğlence, kültür ve eğitsel içerikleriyle tek yönlü iletişim sunardı. Dinleyenler pasifti ama o sesler bir araya gelmemizi sağlardı. 1990’larla birlikte internetin hayatımıza girmesiyle iletişimde büyük bir dönüşüm başladı. Web 1.0 ile bireyler pasifken, Web 2.0 ve sonraki internet uygulamaları çift yönlü, etkileşimli dünyayı açtı önümüze.
İşte podcast, dijital çağın bu ürünü olarak kendini tanıttı: Seri veya bölümler halinde sunulan ses ve video dosyaları, mobil cihazlardan istenilen yerde ve zamanda dinlenebiliyor. Sohbetten hikâyeye, müzikten eğitime, eğlenceden deneyim paylaşımına kadar birçok içerik sunuyor.
Evet ikisi de iletişim aracı. Biri geleneksel, diğeri yeni medya. Ama radyo, farklıydı. Zamanı bekler, düğmesini çevirirdik.
Babam işten dönmek üzere, annem mutfakta hazırlıkları yaparken biz çocuklar Kitaplıktan ciltler halinde bulunan Meydan Larousse Ansiklopedileri indiriyor, resimlerine bakıp kendi hikâyemizi kurguluyorduk. O sırada piyes saatini bekliyorduk. Mevsim kış; sobadan gelen çıtırtı sesi, annemin hazırladığı sofranın etrafında toplandığımız o sıcak ortam… Komidinin üzerinde büyükçe bir radyo, yanındaki plak çalar. Görselliğin olmadığı ama zihnimizde şekillenen tiyatro tadındaki ses oyunları. TRT radyosunda “Arkası Yarın” piyesleri…
Kahverengi oymalı ahşap radyo, salonun en kıymetli eşyalarından biriydi. İncecik kumaşla kaplı hoparlörü ve yuvarlak kocaman düğmesiyle açılır, sesli dünyamızı başlatırdı. Hoparlörden çıkan ses bazen öyle yükselirdi ki o ince kumaş hafifçe titrer, adeta sesi görünür kılardı. O titreşim, hikâyelerin evin içinde dolaşmasına izin verirdi.
Babam, birlikte geçirdiğimiz zamanlara büyük önem verirdi. Bu özel zamanlardan biri de “arkası yarın” piyesleriydi. O radyo, babam için sadece bir iletişim aracı değil; aynı zamanda bir eğitim ve hayal kurma kaynağıydı.
Yine bir akşam her zamanki gibi sofada o sımsıcak çıtırtının yanında soframız kuruldu. Herkes yerini aldı. Ve sonra yüzlerde aynı ifade oluştu; meraklı bir bekleyiş. Her akşam evimizin konuğu piyes için…
Annem, oturduğu koltuktan hafifçe doğruldu. Radyonun iri düğmesine uzandı ve nazikçe çevirdi. Önce kısa bir cızırtı duyuldu, ardından tok bir spiker sesi yükseldi. Bitmiş olan piyesi özetledi, ardından yeni piyesin adı anons edildi ve açılış sahnesi başladı.
Evde birden derin bir sessizlik oldu. İlk ses, ağır ağır açılan bir kapının gıcırtısıydı. O kadar gerçekçiydi ki sanki evin içinde biri kapıyı aralıyordu. Ardından yankılanan adım sesleri… Evet evde birisi dolaşıyor hissi. Sonra bir rüzgâr sesi duyuldu. Duvarlarda yankılanan o ses, içimize işledi. Piyesin duygusu kelimelerle, seslerin büyüsüyle aktarılıyordu. Seslendirmeler öyle gerçekçiydi ki kendimizi bir anda hikâyenin içinde bulduk.
Nazik, düzgün Türkçeleriyle konuşan karakterlerin sesleri içimizi okşadı. Duyguları tonlamalarla hissediyor, söylenmeyenleri duyuyorduk. Zihnimizde sahneler kuruluyor, geçiş müzikleri içimizde geziniyor, anlatıcının sesiyle her detay gözümüzde şekilleniyordu. Her karakterin sesi, her olayın atmosferi, hayal dünyamızda kendi perdesini açıyordu.
Annem, elindeki çatal kaşığı sessizce masaya bıraktı. Yerinden kalkıp sobaya yaklaştı, uzun saplı maşayı alıp kömürleri karıştırırken başını hafifçe çevirip babama sordu:
“Bu oyunları gerçekleştiren kişileri gün gelip görebilecek miyiz dersin?
Babam gülümsedi, gözlerini radyodan ayırmadan yanıtladı:
“Evet, bana da öyle geliyor. Göreceğiz.”
Piyes tam en heyecanlı yerindeyken, her zaman olduğu gibi “arkası yarın” cümlesiyle sona erdi. Bu söz, sanki perdeyi kapatan bir cümleydi. Hepimizi düşüncelere bıraktı, artık yarının gelişini sabırsızlıkla bekleyecektik.
Piyesler kısa kısa olurdu. Babam piyesin ardından sorular sorar, bizi düşünmeye teşvik ederdi: “Duygularınızı anlatır mısınız? Karakterleri nasıl gördünüz? Hikâye size ne anlattı?”
Radyo tek yönlüydü belki, ama bizi etkileşim içinde bırakır, ailece iletişimimizi beslerdi. Hareket halindeyken dinleyemezdik belki, ama bizi bir araya getiren sıcak bir bağ oluştururdu.
Podcast’ler geçmişi yaşatıyor, anıları tazeliyor, ama radyo farklı bir sıcaklık sunuyordu; evimizin duvarlarına sinmiş seslerin etkisi, gözümüzün önünde canlanan karakterler… Her ikisi de iletişim aracı, ama birinin ruhu, diğerinin formatı farklıydı. Belki podcast zamandan ve mekândan bağımsız, her yerde dinlenebiliyor; ama radyonun birleştirici, sabırla bekletici, heyecanla dinlettirici gücü başka bir deneyim sunuyordu.
Sesin yolculuğu devam ediyor. Radyo, podcast ve dijital dünyadaki sesler bir yandan bize geçmişi anlatıyor, bir yandan da geleceğe dair yeni deneyimler yaratıyor. Ama biliyorum ki, radyonun sıcaklığı hâlâ içimizde. Ve her podcast o eski piyeslerin yankısını duyuruyor bana. Tıpkı sobanın çıtırtısıyla ısınan bir evde, annemin sesi, kardeşlerimle kelimelere sarılışlarımız, babamın sorularını beklerken yaşadığım heyecan gibi. Ve radyonun birleştirici sıcaklığını hiç unutmuyorum…























