Kapıyı yine Feride açtı. Evine gitmeden gelmişti Erdal. Babası da yüzünü ne kadar yıkarsa yıkasın kirpiklerinin altında simsiyah sürme ile gelirdi eve. Babasını anımsadı bir an Feride. Erdal’ın da uzun kirpiklerinin altına kömür tozlarından sürme çekilmişti. Babasına “Hoş geldin!” demez, “Şükür ki bugün de eve sağ salim döndün!” dercesine “Geçmiş olsun!” derdi annesi. Feride de “Geçmiş olsun!” dedi Erdal’a sürmeli gözlerine bakarak.
Maden şehirlerinde yaşayanlar için madencilik bir kaderdir. Çalışmazsan olmaz, evine ekmek götüremezsin, çalışırsan da ölümle arkadaşsın, ölümün eli hep ensendedir. Kısacası, aşağı tükürsen sakal, yukarı tükürsen bıyık... Yıllar boyu içine çektiğin maden tozları yüzünden yakalandığın meslek hastalığı peşini bırakmaz, hastaneden hastaneye koşturursun. Ciğerlerin patlarcasına öksürürsün. Öyle bir zaman gelir ki yerin altında patlamayan grizu, ciğerlerinde patlar ve sen hayatını kaybedersin.
Babası da hastaydı Feride’nin. Hasta büyükbabası da madenden emekliydi. Daha madendeyken başlayan öksürük onu ölümle komşu yapmıştı. Sık aralıklarla Amele Birliği’nde yatıyor, ciğerleri biraz rahatlayınca eve dönüyordu. Erdal da yerin yüzlerce metre altında dünyanın en zor işlerinden birinde çalışıyordu. Bu cesaret miydi, çaresizlik miydi?
Feride’nin köyüne kara haber hiç gelmemişti ama meslek hastalığı denen bu illet de yakasını bırakmıyordu köy amcalarının. “Erdal’a bir şey olmasın, o daha gencecik...” diye düşündü.
Gülden Hanım, Erdal’ı anlatıyordu. Erdal, Gülden Hanım’ın ablasının en küçük çocuğuydu, pek çok sağlık problemiyle birlikte erken doğmuştu. Babası maden şehidi olan çocukları kurum işe alıyordu. Erdal da bu şekilde girmişti madene. Onun hassas vücudu kazma sallamak, domuzdamı yapmak için yeteri kadar güçlü değildi. Yeraltında görev yapan çalışanların giriş-çıkış saatleri, fazla mesaileri, işe devam durumları ve çalışma saatleri gibi konuları takip edecek, elde ettiği bilgileri, muhasebeyle paylaşacaktı birkaç ay sonra. Şimdilik o da yerin metrelerce altına iniyordu.
Erdal yalnızca kendisi konuşmuyor, bu ürkek köylü kızına sorular soruyor, onu dinliyordu.
Teyzesi bir şeyler anlatmıştı ama Erdal, Feride’yi kendi gözleriyle tanımak istiyordu. Kendi hikâyesini anlatırsa belki Feride de gönül rahatlığı ile kendinden söz ederdi.
“Çok sinsi bir hastalık benimki Feride. Ömrümde sigara içmedim, dumanına maruz kalmadım, alkol kullanmadım. Bir gün yoğun öksürük ile doktora gittim, çekilen akciğer filmim çok temiz çıkmasa da önemsemedim ve gündelik hayatıma devam ettim. Aylar sonra gitgide yoğunlaşan öksürüğün ardından tekrar doktora gittiğimde akciğerimin yarısının alınacağını ve hastalığın kaburgaya da sıçradığını öğrendim. Akciğerde acı duygusu olmadığı için ve belirtileri de son evrelere kadar öksürükten öteye gitmediği için erken tanı da konamadı maalesef. Hayat gerçekten çok boş ve kesinlikle sağlık her şeyin önünde. Bazen unutuyorum ve gündelik keşmekeşte kaybolup gidiyorum. Oysa hayat çok kısa Feride, hayat çok kısa. İnsan tevekkül etmeyi, sadece yaşadığı ana odaklanıp elinde kalanlar için şükredebilmeyi öğreniyor zamanla. Kötü günler henüz başlamadı, o zaman da isyan etmemeyi başarabilecek miyim diye düşünmeden edemiyorum. Son zamanlarda aklımda nedense en çok bu soru var.”
Erdal’ın hastalığının adı belliydi ama Feride’nin ruhundaki yaranın adı yoktu. Köydeki madenci babaların çoğunda vardı ve Feride akciğer hastalığını biliyordu. Kömür kazıp kömür tozu teneffüs ediyordu madene girenler. Hemen hepsinde öksürük, nefes darlığı, halsizlik ve göğüs ağrısı ile ortaya çıkıyordu madencinin meslek hastalığı. Silikozis yazıyordu babasının tetkik raporunda. Röntgen görüntülerinde “Akciğerde nodüller ve yoğunluk artışı izlendi.” yazıyordu.
Erdal’a babasının bu hastalığından söz etti. Akciğerlerinde toz birikmişti babasının.
"İki hasta kadar birbirine yakın hiç kimse yoktur." diyordu. Peyami Safa, Dokuzuncu Hariciye Koğuşu’nda kemik veremi on beş yaşında bir gencin ağzından. “Babanı anlatsana Feride, onu tanımak isterim.” dedi.
Babasını anlatırken kurduğu cümlelerden Feride’nin duygu dünyasını keşfedebilirdi. Belki de kendinden de söz ederdi babasını anlatırken. Suskundu Feride ama babasını anlatırken gözleri ışıl ışıl oldu. Babasından dinlediklerini anlatmaya başladı. En çok yerin altını dinlemeyi severdi Feride. Karanlık dehlizleri, kazmayı vurunca kalkan kömür tozlarını, uzun direkleri halatla bağlayıp boynuna takarak daracık koridorlardan sürüklediğini, domuzdamı yapacak arkadaşlarına ulaştırdığını, aynı işlemi her direk için tekrar tekrar yaptığını anlatırdı Madenci Mahmut.
Grizu patlamalarını anlatmıştı bir keresinde. Ocaktayken güneşin doğuşunu ve mavi gökyüzünü molalarda dahi göremediklerini anlatmıştı. Onlar yer altı şehrinde oraya buraya dağılmış çalışkan karıncalardı. Yalnızca emekleriyle vardılar. Mademki madencinin ömrünün yarısı toprak altında geçiyordu. Daha çok üretmeliydiler. Kara elmas adeta kocaman bir mezardı ve gerekirse o mezara çoğu zaman üç işçi, bazen beş işçi gömülüyordu. Bir faciadan kıl payı kurtulmuştu Madenci Mahmut. Ölümü mü yoksa gelebilecek yardımı mı bekleyeceğini bilemeden saatlerce beklemişlerdi kömür yığınlarının arasında, kömür karası tam üç gece.
Biliyordu Mahmut sessizce azalıyorlardı ama yerlerine hemen köylerden işsiz gençler bulunup getiriliyordu. Yeter ki üretim durmasın, maden ocağı sahipleri yerin yüzlerce metre altında kömür madeni işçilerinin maruz kaldığı "çile"yi bilmesin. Babası iyi bir hikâye anlatıcısıydı. Ocaktan her geldiğinde hele de yaz mevsimiyse ekin biçerken güneşin en tepede olduğu saatlerde tarlanın kıyısındaki bir ağacın gölgesinde dinlenirken sohbet ederlerdi baba kız.
“Birkaç yıl önce Tarık Akan ve Cüneyt Arkın’ın oynadığı Maden filmi çekilmişti.” dedi Erdal. “Ben de çekimlerin olduğu sahalara gitmiş, çekimi yakından izlemiştim. İlyas (Cüneyt Arkın) maden ocağındaki sahip oldukları kötü koşullarla daha fazla çalışmak istemediklerini bütün işçilere anlatmaya çalışan bir devrimciyi oynuyordu. Filmde ocakta çalışan işçiler, Mahmut gibi oldukça zor şartlar altında ve yetersiz güvenlik önlemleriyle geceli gündüzlü çalışmaktaydılar. Tek amaçları evlerine ekmek götürmek ve ailelerini geçindirmek olan bu işçilerden İlyas durumun ciddiyetinin farkındaydı. Arkadaşları Nurettin ve Ömer'i de uyarıyor ve sendikanın harekete geçmesi, gerekli güvenlik tedbirlerinin alınması için imza topluyordu. Fakat işlerinden kovulma korkusuyla pek çok işçi dayanışmaya ya da greve destek vermiyordu. İlyas mücadelesinde yalnızdı ve çıkar grupları tarafından tehdit ediliyordu. Birkaç hafta sonra madende gerçekten ciddi bir patlama yaşanıyor ve İlyas göçük altında kalıyor ve hayatını kaybediyordu. Bunun üzerine maden işçileri İlyas'ın cansız bedenini omuzlarında taşıyarak birlik ve dayanışma sözü veriyordu.”
Toplumcu gerçekçi romanları seven Erdal, Maden filmini de aynı bilinçle izlemiş ve Feride’ye bir çırpıda anlatmıştı.
Film tam bir bilinçlenme eğitimi veriyordu izleyenlere. İşçiler, arkadaşlarını toprağa verdikten sonra madenin çayevinde otururken İlyas, tüm film boyunca devam eden aydınlatma ve bilinçlendirme gayretiyle işçi arkadaşlarını uyarıyor, düzenin böyle gitmeyeceğini, takdir-i ilahînin değil patronun uyanıklığının kendilerini ölüme sürüklediğini anlatıyor. Ancak söyledikleri diğer işçiler tarafından ciddiye alınmıyor. Çünkü işçiler her ne kadar o zor çalışma koşulları altında günlerini geçirseler de kendilerinde bu düzeni değiştirmeye yetecek gücü bulamıyorlardı, tek arzuları bu boğucu yaşamdan basit eğlencelerle kurtulmaktı. İşçiler; yalnızca işverenlere, devlete karşı değil kendi sendikalarına karşı da mücadele ediyorlardı. İşçi mücadelesi, tarih boyu kendilerine karşı el ele vermiş tüm düzene karşı koyma çabası değil miydi? Çünkü bu kavga işçilerin can güvenliği ve insani yaşam koşulları isteğiyle sorgulanmayan düzenin kâr hırsının ve düzeni sürdürme gayretinin çatışmasıydı.
Erdal, filmi Feride’ye anlatırken zayıf, hastalıklı ve silik görüntüsü kaybolmuş, kalabalık bir salonda onu ilgiyle dinleyen bir topluluğa hitap eden bir konuşmacı oluvermişti.
Erdal’a hayranlığı giderek artan Feride konuşmak için artık daha istekliydi. Birlikte ikinci defa istedikleri pastayı yiyip gazozu içtikten sonra havanın karardığını fark ettiler.
Eve dönerken huzurluydu Feride. Kendi hikâyesini değil ama babasını anlatmıştı. Madencilerin hikâyeleri birbirinin aynısıydı ama Feride’nin ağzından dinlemek hoşuna gitmişti Erdal’ın. “Yüzündeki yara izi olmasa ne kadar çok benziyor Hale Soygazi’ye.” diye tebessüm ederek evine doğru yürüdü Erdal. Maden filminde halkacı kızı oynuyordu. Hale Soygazi. Erdal onun Zonguldak’a gelen bütün filmlerini izlemişti. Belki Feride ile de izleriz, diye hayal kuruyordu odasında. Romantik adamdı Erdal. “Haftaya Fener’e gideriz değil mi?” demişti Feride’den ayrılırken.
Maden kazası ne ilk kazadır ne de son kaza olacak. Mesleğin niteliği gereği (Birileri buna “fıtrat” diyor.) bütün madenciler hep risk altındalar bizim ülkemizde. Maden işi dünyanın en zor ve riskli işidir.
Kara elmastan haber geliyorsa o haber karadır, madencinin talihinin kara olduğu gibi.
Aynur MUSLU
Emekli Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni
Aynur Hocam köşe yazınızı az önce okuma fırsatı buldum.Bu coğrafyanın yaşanmışlıkları aynı duyguların ve aynı acıların bir havuzda toplaması gibi geliyor bana.Sokakta, cadde de bir dost meclisinde tanıdık insanlar gördüğümüzde ne hissediyorsak tanıdık acılarda da o his kendini güncelliyor. Birikimleriniz kaleminize rehberlik ederken işlediğiniz duygularda alıcının ruh dünyası ve yaşanmışlıklarına göre kabul görüyor.Duygu insana özgü bir kavram acı ve mutlulukta öyle. Emeklerinize sağlık.
1 Mayıs İşçi Bayramı ile okuduğum en güzel yazı olmuş.Yalnızca isimlerini ana haberlerde “Maden ocağında göçük oldu.” Diye duyduğumuz maden işçilerinin gerçek sorunlarını ve duygularını bizlere aktarmış. Roman tadında olmuş,kısa bitmiş.Bu hikayenin öncesini ve sonrasını da merak ediyoruz.Yazılarını dört gözle bekliyoruz.
Evet arkadasım bu 1 Mayıs'ta yazmış olduğun gibi Emeğin Başkenti zonguldakta emekçinin yaşamı tamda böyle aşağıya insen her an grizu patlama korkusu ÖLÜM yukarı cıksan soluduğun zehir ve kanser olma riskin yine ÖLÜM...! Eline kalemine sağlık çok manidar bir anlatım kutlarım .
Yukarıdaki yazı, yazmakta olduğum romandan bir bölüm. 1 Mayıs Emek ve Dayanışma Günü ile ilişkilendirdiğim için paylaştım.
Canım hocam çok güzel olmuş bir çırpıda okunan harika bir yazı Hatta çok güzel bir film senaryosu olur bence Yılmaz Erdoğan'ın İnci tanelerinden çok çok çok daha güzel ve gerçekçi sayın hocam.
Maden işçileri evinden çıkarken helallik alırlar ve her yer yüzüne çıktıklarında birbirlerine geçmiş olsun derlerdi. Malesef emeklerinin çoğu heba olup gitti 55000 maden işçisinden bu günlere Beş Bin işçi kaldı 1 MAYIS İŞÇİNİN EMEKÇİNİN BAYRAMI KUTLU OLSUN
Eline yüreğine sağlık Aynur Haca'm ülkemdeki karaelmas işçileri gözümde canlandı içim buruldu, kaleminin gücü hiç eksilmesin ????biz de yazılarını zevkle okuyabilelim
Harika olmuş.Hem duygu yüklü hem de gerçekçi..1Mayıs'ın dokusuna çok uygun.Seni kutlarım demek yersiz kalır.Harikasın arkadaşım."SEN BİR IŞIKSIN ".Toplumumuzun böyle ışıklara çok ihtiyacı var SEVGİLERİMLE.
Kısa roman tadında gerçek hayatların çaresizliği ancak bu kadar net anlatılabilirdi, yüreğinize sağlık kaleminize kuvvet
Bir romanın ayak izlerinden izler... Tamamını okumak dileğiyle sevgili arkadaşım
Tebrik ederim,bu güzel yazı için de teşekkür ederim.Kaleminize sağlık l.