Bir yazıyı ikinci defa paylaşmak pek adedim değil ama yüreğinde Zonguldak sevgisini hiç eksiltmeyen Şerafettin Üstünkol’u, daha önce yayımladığım “Eşekten Uçağa” adlı kitabı üzerine kaleme aldığım yazı ile uğurlamak istedim. “Halkın Sesi”nin gerçekten halkın sesi olduğu yıllarda yazdığım bu yazı, içindeki eleştirel dile karşın, onunla derin bir dostluk kurmama da neden oldu. Onun nasıl da demokrat bir kişiliğe sahip olduğunu gösteren yazı bu tutumu gerçekten çok etkilemişti beni. Işıklarda uyusun. Yattığı yer incitmesin.
İş çıkışı gazeteye yaptığım mutat ziyaretlerden birinde Aydın Arslanyılmaz bir dönem Karadon Müessese Müdürlüğü ve TTK Genel Müdür Yardımcılığı da yapan Şerefettin Üstünkol’un anılarından oluşan bir kitabı uzattı önüme. “Eşekten Uçağa – Tarihsel Yaşamdan Gerçek Kesitler” adını taşıyan kitap henüz yayınlanmadan, Kozlu grizusu hakkında yazdıklarıyla gündeme girmiş, epeyce de söz ettirmişti kendinden. Balık hafızalı bir toplumun ferdiydim sonuçta, unutup gitmiştim çoktan. Görünce ancak hatırladım. “Oku da getir” diyen Aydın’a bir “pışık” çaktım ve “Sen başka bul” dedim arsızca. Bilen bilir, Zonguldaklı yazarlar ya da Zonguldak’ı konu edinmiş kitaplar bir hayli yer tutar kütüphanemde. Söylemesi ayıp, bu konuda kütüphanesi en geniş insanlardan biri olarak sayarım kendimi. Mesele Zonguldak’la ilgili bir kitap olunca ar damarım çatlar, hiç olmadığı şekilde yüzsüzleşirim, öyle yaptım bu kez de…
SON DERECE İÇTEN DİLLE YAZILMIŞ KİTAP
Üstünkollar Zonguldak’ta geniş bir aile. Birçok ferdi kentin önemli yerlerinde görevler yaptı. Hiçbiriyle bir kez olsun yolum kesişmedi nedense. Diğer kardeşleri gibi aynı kurumda yıllarca görev yaptığım Şerafettin Bey’i de hiç tanımadım. Kurumun üst düzey yöneticisi ile “hiçbir meziyeti ve siyasi ağırlığı olmayan” bencileyin bir işçinin tanışması da pek mümkün değildi zaten. Devlet Hastanesi’nde başhekimlik yapan Hüseyin Üstünkol ile bir dönem milletvekilliği de yapan Ömer Üstünkol’u ise ismen tanırım yalnızca. Ömer Bey’in bir duvar hikâyesi kalmış nedense aklımda. Galiba milletvekilliği yıllarıydı. Sahibi olduğu Karınca İnşaat, Kilimli Belediyesi’nden bir ihale kazanarak, Koza Yapı Kooperatifi önüne istinat duvarı yapmış, parasını hem belediyeden hem de kooperatiften aldığı iddia edilmişti. Yerel ve ulusal basına da konu olan olay, mahkemelik de olmuş, taraflar arasında düzenlenen bir “sözleşme” ile iş tatlıya bağlanmıştı...
Neyse bunları geçip gelelim kitaba. Şerafettn Bey’in son derece içten bir dille yazdığı kitap bir ibret vesikası aynı zamanda. TTK’den yola çıkarak tüm kamu kurumlarının siyasetin nasıl bir oyuncağı haline dönüştüğünü görüyor da, öfkeleniyorsunuz bir anda. Siyasetin gözü kara esnaflarıyla hacıyatmazlarının salt kendi ikballeri için kamu kaynaklarını nasıl çarçur ettiğini izliyorsunuz hayretle... Sıradan bir işçinin elde ettiği mevkii, kocaman kurumların kaderini belirleyen bir güce dönüştürmesindeki “yüzsüzlüğü”, benim gibi satiriklerdenseniz şaşarak okuyorsunuz yalnızca... Güzel bir şey yapmış, kimi meseleleri açık bir dille yazmış Şerafettin Bey. TTK Yönetim Kurulu’nda ya da evlerdeki toplantılarda atama listelerini belirleyen hırslı politikacılardan, makam sahibi olmak için bin takla atan bürokratlara kadar pek çok insanın bitmeyen ihtirasını okuyor da, içinizde çoğalan duyguları başkalarına söylemekten utandığınız için kendinize saklıyorsanız yalnızca...
KİTAP “ZONGULDAK’TAN İSİMLER” GALERİSİ GİBİ
Kitap birçoğunu yakından tanıdığınız ya da mutlaka duyduğunuz “Zonguldak’tan isimler” galerisi gibi adeta. Yakın dönemde kurumun yönetimine gelen neredeyse herkesin, hangi ilişki ağı üzerinden oralara tırmandığını görebiliyorsunuz çıplak gözle... Biliyor musunuz, yapılan atamalarda siyasetten hemşericiliğe, akraba ilişkilerinden okul arkadaşlığına kadar pek çok parametre belirleyici de liyakat, başarı, bilgi, çalışkanlık gibi asli unsurların sözü bile edilmiyor neredeyse... Kendini atayan iradenin sallabaşlığını yapmayı temel meziyet sayan idarecilerin yönetimindeki kurumlarınsa, TTK örneğinde görülebileceği gibi geldiği noktada ortada ne yazı ki...
GMİS’in içler acısı durumunu da görmek mümkün kitapta. Başka yerlerde böyle bir anlayış ve uygulama görmediği için Şerafettin Bey de “Türk tipi sendikacılık” demiş zaten. “Balık baştan kokar”mış ya, en sıradan yöneticinin bile olmadık ayak oyunlarıyla atandığı bir kurumda, sendikacılık da aynı yöntemlerle “malul” doğal olarak. Yönetimlerinin taban iradesi ile değil de, aralarında işverenlerin de bulunduğu bir kısım zevatın pazarlıklarıyla nasıl oluştuğunu anlatıyor açıkça. Efsane lider Denizer’in, bir kısım insanın Mehmet Tezer’le “barabar mıyız” diyerek kaldırdığı kadehlerin ardından oynadıkları çiftetelli ile yönetimde kaldığını anlatan anekdot derdimi anlatmaya yeter galiba.
PEK ÇOK TARİHSEL OLAYI BİZZAT BİRİNCİ AĞIZDAN OKUMAK BAŞKA BİR TAT VERİYOR
Kabul etmek gerekiyor ki, son derece renkli bir hayat sürmüş Şerafettin Bey... Fukara bir köyde, çıplak ayakla oradan oraya koşup, bir ağaçtan diğerine zıplayan bir çocuğun Başbakanlık Müşavirliği’ne kadar geçen o uzun yolu kat etmesi hiç de kolay değil elbette... ODTÜ’nün en devrimci günlerinden, bu kentin gördüğü en büyük kıyım olan 3 Mart Kozlu Grizusu’na kadar pek çok tarihsel olayı bizzat birinci ağızdan okumak başka türlü bir tat veriyor insana. Birçoğu iş gezisi adı altında yapılan yurt dışı gezilerinin bir safahat âlemine dönüştüğünü görmekse üzüyor biraz...
Yüzlerce anı arasında içinde insana dair güzellikler bulduğumdan olsa gerek, en çok Cemal Kaplan’ın hikâyesini beğendim... Emekli Baş Komiser Cemal, Şerafettin Bey’in EKİ Kilimli Özel İlkokulu’ndan sınıf arkadaşıymış. Arayıp dönem arkadaşlarıyla bir buluşma düzenlediğini söyleyerek verdiği tarihte Kilimli’de olmasını istemiş. 41 yıl sonra buluştukları Kilimli’de bir anıdan bir anıya savrulup büyük bir coşkuyu paylaşmış eski arkadaşlar, neşeyle hüznün bir birine karıştığı duygularla da ayrılmışlar... Buluşmanın gerçek nedeni daha sonra çıkmış ortaya. Başkomiser Cemal ta ilkokul yıllarında gönlünü bir kız arkadaşına kaptırmış meğer. Daha çok platonik yaşanan bu aşk, vuslata ermeden küllenmiş. Hayat her ikisini de başka diyarlara sürükleyip, bir başkasından çocuk sahibi yapmış... Sevdiği kadının boşandığını öğrenen Baş Komiser Cemal onu dünya gözü ile bir kez daha görmek için böyle bir buluşma düzenlemiş de ancak ermiş muradına... Ne muhteşem bir öykü değil mi? Sizi bilmem ama ben, şapka çıkardım bu aşka...
AH BİR DE ANŞ’IN HİKAYESİNİ YAZSA
Şerafettin Üstünkol, Osman Atilla Poshor’un “Fener’in Çocukları” adlı kitabından esinlenip, kentin dününe ışık tutan son derece önemli bir ürün koymuş bana göre ortaya. İçten bir dille kaleme aldığı kitapta, okumasını bilene, yazık edilmiş bir kentin hüzün dolu öyküsünü anlatmış... Bir de çok iyi bildiğini sandığım şu “Anş”ın hikâyesini yazsa... O zaman hem çok daha fazla teşekkür ederiz kendine, hem de suya sabuna dokunmuş olur biraz...