Nazım Alpman’ın, Türkiye’nin yakın tarihinde rol oynamış insanlar için yazdığı veda yazılarından oluşan “Dostlar Bizi Hatırlasın” kitabını içim coşa, yüreğim kabara, gözlerim dola okudum. Cahil cesaretime sığınıp, bir şeyler yazmaya karar verdim, anlatılan kişilerin çoğuyla ya gönlüm ya da yolum bir yerlerde kesişmişti çünkü. Bilgisayarın başına oturunca kafama dank etti, bencileyin bir söz fukarası nasıl başaracaktı ki bu işi? En başta “İyi” demenin yetmeyeceği bir insandı Nazım ağabey. Dahası Babıali’nin son temsilcilerinden soy bir gazeteci, doğup büyüdüğü Beykoz’un vakanüvisliğini de yapan bilgesiydi. Vefalının ötesine geçmiş bir dost, kalemini, hep yüreği ile vicdanı arasındaki sonsuzlukta dolaştırmış bir şeyhül muharririndi en önemlisi de…
Onu anlatmak için başka söz bulamadığım için, “On parmağında on marifet” deyimi geldi aklıma ama yetmedi. Nasıl yetsin? Birincisi Beykozspor’un lisanslı sporcusu olarak yüzdü, kürek çekti, basketbol oynadı, tam bir sporcu yani. İkincisi, işçi sınıfının anıt ismi Kemal Türkler’in yakın çalışma arkadaşı olarak, DİSK’te, çeşitli düzeylerde görev yaptı, grevler yönetti, 12 Eylül’de, bu nedenle yargılandı hatta. Üçüncüsü, Babıali’ye “karikatürist” olarak girdi, Politika, Vatan, Demokrat gazetelerine karikatür çizdi, Milliyet’te muhabirlik yaptı. Dördüncüsü, serbest muhabir olarak gezi yazıları yazdı, söyleşiler yaptı. Adı anılınca yürek selamına geçtiğim Fidel Castro başta çok değerli isimlerle röportajlar yapacak kadar büyüttü gazeteciliğini. “Komple gazeteci” olarak İz Tv için belgesel çekti, bizler okusun diye kitaplar yayımladı, köşe yazarlığı yaptı. Yetinmedi insanlar memleketini tanısın diye, özellikli rotalara düzenlenen gezilerin rehberi oldu. Say say bitmiyor…
FAHRİ DEĞİL, ASALETEN ZONGULDAKLI BİR CANDIR KENDİSİ
Yaşar Kemal’den Vedat Türkali’ye, Orhan Veli’den Can Yücel’e, Hasan Pulur’dan Nail Güreli’ye, Sabahat Türkler’den Bedri Korman’a kimler yok ki kitabın içinde? Bir vefa yazısı ile kitapta yer alan Çetin Altan kaleme alsaydı, “Önemlileri değil değerlileri yazdım” diyeceği, ülkenin yüz akı birçok aydın -mücadele insanı mı demeliydim yoksa?-, ölüm tarihine göre dizilmiş de ışıklı bir yürüyüşe çıkmış sanki. Dikkatimi çekti, sınıf mücadelesi içinden geldiğini hiç unutmamış Nazım ağabey. Her biri bir başka kutup yıldızı olan aydınlara DİSK’in Netaş Baş Temsilcisi gözüyle değer biçip emek mücadelesindeki yerine göre tanımlamış. Toygun Eraslan, “İşçi sınıfının en yakışıklı abisi” mesela, Sabahat Türkler, “Direnişin en güzel ablası.” Ahmet İsvan İstanbul Büyükşehir’in iz bırakan başkanı değil de, “İşçi sınıfının dostu”, Tarık Akan’sa “İşçi sınıfının jönü” ona göre…
Nazım ağabey anı kitabı yazar da, Zonguldak geçmez mi içinde? Öncelikle şunu not edeyim, başta büyük grev olmak üzere defalarca Zonguldak’a gelmiş, derdiyle dertlenip hemhal olmuş, fahri değil, asaleten Zonguldaklı bir candır kendisi. Her fırsatta anlatır: Dört, beş kuşak ötesine kadar İstanbullu olan Nazım ağabey, oralı olduğunu söyleyince, “Neresindensin; atan, deden nereden gelmiş” gibi sonu gelmeyen sorulardan bıkınca bir cinlik gelmiş aklına, sorana, “Zonguldaklıyım” demeye başlamış. O sihirli sözcükle münasebetsiz sorulardan da kurtulmuş. Anlatırken yüzüne muzip bir gülümseme yayıp, “Vicdanım çok rahat, kendimi Zonguldak’a çok yakın hissediyorum çünkü” diyor. Zonguldaklı Gazeteci Halit Ayaroğlu, çok az kişiye nasip olacak şekilde, iki yazıya konu olmuş kitapta. Kentte herkesin yakından tanıdığı Ali ve Nazım Ayaroğlu’nun ağabeyi Halit Ayaroğlu, 12 Mart faşizminden kaçıp, siyasi mülteci olarak gitmiş Almanya’ya, hayat kendi bildiğini okuyunca, kalıcı olarak Hannover’e yerleşip çoluğa çocuğa karışmış…
HANNOVER’DE ENTEGRASYON ANITI BİR ZONGULDAKLI
Gazeteciliğe başlamış daha sonra, Milliyet ve Hürriyet’in Hannover Temsilcisi olarak sayısız özel habere imza atmış. Almanya’nın göbeğinde yaşamanın avantajını kullanıp entelektüel camiada saygın bir yer edinmeyi başarmış. Bu durum demokrasi, insan hakları mücadelesini daha etkin yürütmesini sağlamış. Nazım ağabey, Alman gazetecilerle yaptığı tartışmalarda Türklerin entegrasyona direndiği yönündeki kalıplaşmış yargıya Halit Ayaroğlu ile itiraz ediyor kitabında. Ölümünden önce eşi Hülya’ya söylediği vasiyetinde, “Beni Hannover’e gömün. Çocuklarım, torunlarım, bayramlarda yılbaşlarında gelip ziyaret etsinler. Belki ben de onların geldiğini hissederim.” demiş. Bunları naklettikten yazının son cümlesi olarak ekliyor kitapta: “Hannoverli Halit ‘Entegrasyon Anıtı’ olarak mezarından da bir şeyler söylemeye devam edecek…”
Kitapta tanınan kişiler, hepimizin kahramanı olmuş aydınlar, ünlü yazarlar yer almıyor yalnızca. Dedim ya, her parmağında bin marifet olsa da, DİSK’in Netaş Baş Temsilcisi olmayı yaşamının en önemli makamı sayıyor Nazım ağabey. Bu nedenle, o yazmasa, belki de tanıyanlar dışında isimlerini kimsenin bilmeyeceği adsız kahramanlar Netaş İşçisi Mustafa Benlioğlu’na da yer var kitabında, Netaş Grevcisi Ayhan Kaleli’ye de. Beykozlu Çaça Murat da yer alıyor kitaptaki ışık selinde, DİSK’in ağır işçisi Mehmet Ertürk de… Devrimci İşçi Şeref Yakın da var savaşsız sömürüsüz dünya hasretine hayatını hasredenler arasında, ömrünün baharında katledilen Gazeteci Metin Göktepe de... En çok Mustafa Benlioğlu’na yandım. Ne yalan söyleyeyim, okurken, hiç dahlim olmasa da kendimden bile hicap duydum hatta. Sol içi tartışmaların bizi insanlıktan çıkaran çatışmaları sendikal alana da sıçramış, bir kör kurşuna kurban gitmiş Benlioğlu. Henüz yirmi beş yaşındaymış, dört ay önce doğan bir çocuğu da varmış üstelik. Annesi Emine Benlioğlu’nun saçları bir gecede bembeyaz olmuş. Nazım ağabey, anlatıyor: “Mustafa Benlioğlu’nu kardeşim gibi severdim. Ki annesi annem oldu, oğlum, onun annesine, ‘Emine babaanne’ diye hitap eder.”
AYDIN AĞABEYİ DE, OYA ABLAMIN SOHBETLERİNİ DE HİÇ UNUTMADIM
Biz hüzün seli gibi akan yazıların birinde Sırrı Öztürk’ü de anlatmış Nazım ağabey. Sorun Yayınları Sahibi Sırrı Öztürk, hiç tartışmasız, bizim kuşağın oluşumunda en çok emeği olanlardan biriydi. 15-16 Haziran’ı yaratan emekçiler arasında da yer alan Öztürk, 12 Eylül’ün kurşun sıksan geçmez karanlığında kitaplar, dergiler yayımladı korkusuzca. Yazdıkları beni hep cezbediyordu, içinde bulunduğum hareketi acımasızca eleştirdiği yazılarda bile öğretici şeyler vardı çünkü. Nazım ağabeyin cümlelerini okuyunca daha iyi anladım sırrını: “Sırrı ağabey bir ‘Nitelik Savaşçısı’ olarak yol aldı. Sorun Yayınları devrimci harekete eleştirel bakış açısı kazandırıyordu. Onun kaleminde karalama yoktu. Somut veriler ele alınarak titiz bir süzgeçten geçirildikten sonrada tartışmaya açılıyordu.” Çaktığı ışıkla içimdeki bir şeyler aydınlanır, sorularımdan arınıp, yaşamımın bir döneminin sağlamasını yaparken, sosyal medyadaki bir haber kurşun gibi saplandı beynime. Oğlu, sevgili ağabeyim Mehmet Nazım Öztürk, geçirdiği beyin kanaması nedeniyle ölüm kalım savaşına girmişti. Babasını okuyup tam da anladığımı sanırken oğlundan gelen haber ne kadar hazindi. Hala derin uykularda olan güzel insana sesleniyorum: “Haydi, Nazım ağabey kalk ayağa. Üzme daha fazla bizi…”
Kitabın sonlarına geldiğimde yangın yeriydi içim. Ne çok insansız kalmışız meğer. Son yazıda gözyaşlarımı tutamadım artık. Üzerimde çok izi olan Ödemişli Terzi Sadık’ın haşarı çocuğu Aydın Engin’i “Adanmış bir yaşam” başlığıyla anlatıyordu çünkü. Onun başyazarlık yaptığı “Bir ekmek ve bir Politika” günlerinde, bıyıkları yeni terlemeye başlamış bir çocuktum daha. Ele avuca sığmadığım o umut dolu günlerde, Aydın ağabey, olağanüstü okuma tadı olan yazılar kaleme aldığı köşesinde, aklımı da, gönlümü de tırmıklıyordu. Edebi hazlar da devşirdiğim yazılar, sömürü denen ahlaksızlığa isyan ateşini de büyüttü içimde, daha çok şey okuma, bilme isteği duydum. Ne mutlu ki, kendisiyle tanışma uzun sohbetler etme imkânı buldum daha sonra. Sesine kattığı sevgi dolu tınıyla “Lan tayfa” diye seslenirdi bana. Birlikte yürüdüğümüz ışıklı yolda, ta çocuk yaşlarımdan beri biriktirdiklerimi konuşma fırsatı bulduğumuz bir akşam, “Ne çok şey biliyorsun lan sen” demişti de yaşamımın en büyük ödülü saymıştım o tümceleri. Tarihin ironisi mi, ne? Bu yazıyı kaleme alırken, Oya Baydar’ın “Unutuşun Kitabı” var elimde. Ama ben Aydın ağabeyi de, Oya ablamın sohbetlerini de hiç unutmadım.
Başta da söylediğim gibi söz fukarası, hayat kadar yazının da acemisi olunca, böyle oluyor; hep yaptığım gibi ucunu dibini tutamadığım yazı alıp başını gidiyor. Nazım ağabeyin, üç beş satırda yaptığı iş, üç sayfaya sarkan bir zulüm haline dönüyor. Onun için “Bir yürek işçisi” dedim yazının başlığında. Uzatmadan eklemem lazım: Büyük bir vefa insanı, Beykoz kadar kavgamızın da vakanüvisi o. Nasıl becerdi bilmiyorum, her türlü hak arayışının içindeki ateşli militan, yaşamın içinde erdem sahibi, incelikli bir insan olarak hep karşımızda. Bilseniz ne güzel şey tanımak onu, kitabı imzalarken yazdığı “Ahmet Öztürk kardeşime” sözüne mazhar olmak ne büyük onur…























