Nihayet fırsat buldum, Hasan Öztoprak’ın “Hayat Sokağı” ve “Senin, Meliha” romanlarını peş peşe okudum. Eskilerin “sular, seller gibi” dediği türden iki roman, “Elimden hiç düşmeden bitti,” desem yeri. Evine sığamayan roman kahramanına, “O zaman kalbine sığınırsın, hakiki evin o olur.” yahut “Yaşamayı bu kadar seven, savunan biri sadece şiir yazdığı için neden mahpus edilir, şiirin ne zararı olabilir ki ülkeye?” ya da “Zira ben sensizlik hastasıyım, sevdanın ateşiyle kavruluyorum.” gibi okuma zevkini doruklayan çok sayıda pasajın olduğu “Senin, Meliha”, 1940’ların, ekmek karnesi peşinde koşulan günlerinde geçen kırık bir aşk hikâyesi. Öztoprak, bu kitapta, ilk romanı “İmkânsız Aşk”ın aslında nasıl bir şey olduğunu farklı bir atmosfer, değişik bir kurgu, başka bir dil ve yazım tekniğiyle yeniden ele almış galiba…
Aile, toplum, toplumsal değerler, mutluluk, sevgi ve elbette insanla insanın sınırsızlığı üzerinde bir kez daha düşünmemizi sağlayan roman, tertemiz Türkçesi, özentiden, süslü betimlerden uzak dili ve dupduru anlatımıyla usta işi bir eser kesinlikle. İkinci Dünya Savaşı’nın yokluk, yoksulluk yıllarında geçen roman, bizi, o dönemin Adapazarı’na götürürken, savaş denen illetin bomba ve kurşun yağmurunun çok daha ötesinde etkileri olan bir vahşet olduğunu da ortaya koyuyor. Barışı istemenin, barışsever olmanın, her koşulda barışı savunmanın ne kadar kıymetli olduğunu bir kez daha bilince çıkarırken, bencileyin barışperverler, içinde, böyle bir mücadelenin tam ortasından gelmiş olmanın haklı gururunu duyuyor; ödediği bedelleri, çektiği acıları kutsayıp en âli mertebesine yerleştiriyor hatıralarının…
HAYAT DERSİNİN TAM ORTASINDA BULDUM KENDİMİ
Çocukluğunun geçtiği Balat’ı; çok gün, çok umur görmüş sokaklarını; korkağı, cesuru, aşığı, mecnunu, delisi, çirkini, güzeli, faşisti, devrimcisiyle her türlü insan tipiyle anlattığı “Hayat Sokağı” ise benim gibi 1970’lerin çocukları için daüssıla resmen. Okurken, İrfan Yalçın’ın o güzel deyişiyle “Ömrümün, annemli en beyaz günleri”ne gittim. Her biri içimde bir başka rengi oluşturan çocukluk arkadaşlarımın, komşularımın, sokakta bağrış çağrış oynadığımız oyunların, hiç bitmeyen komşu dedikodularının; bana birkaç ömür yaşamış gibi gelen amcalardan aldığım hayat derslerinin tam ortasında buldum kendimi...
Devrimci ağabeylerin verdiği seminerleri pürdikkat dinlediğim o umut dolu günler, burnumda tüttü. Gözlerimi yumdum, “güneşli dünya” hasretini ayan etmek için duvar yazılamalarına, kuşlamalara, korsan mitinglere çıktım. Bir oyun çocuğu gibi içinde yer aldığım o eylemlerin sonrasında polisle kovalamaca oynarken nasıl da çarpardı kalbim. Aynasızları atlattığım zaman keyifli bir zafer duygusu kabarırdı içimde. O coşkuyla bir eylemin sokaklardaki yankısı bitmeden diğerini planlamaya başlardık. Hayat sokak demekti o ateşten günlerde, benim gibi sempatizan solcular içinse eylemin ta kendisiydi hatta…
ÖZTOPRAK’IN EDEBİYATI YIKINTI İNSANLARININ HİKÂYELERİNDE MAYALANIYOR
“Senin, Mualla” 40’lı yıllar, “Hayat Sokağı” ise 60’ların ikinci yarısı ile 70’lerde geçen iki dönem romanı. Her birinin ayrı hikâyesi, başka kurgusu, anlatmaya çalıştığı bir derdi, farklı mekânı var. Öztoprak öyle murat etti mi bilmiyorum, bambaşka hayatları anlatsa da, peş peşe okunduğunda, birbirini tamamlayan bir Türkiye panoraması çıkıyor ortaya. Kederle anladım ki, her dönem yoksunlukla, yoksullukla, insanı ezip geçen, yok sayan insafsızlıklarla geçiyor bizim ülkede. Birey olarak da, toplum olarak da payımıza her dem acı ve hüzün düşüyor. Ayakta durmak, gelecek umudu yeşertmek, en sıradan duyguları yaşamak için bile hep mücadele etmek zorunda kalan insanımız, kuşaktan kuşağa aktarılan ve bir gelenek haline dönüşen mücadele ruhuyla, her türlü zorluğun karşısına dikiliyor. Çoğunu da kaybediyor elbette ki…
Hepimizin hikâyesi tam da burada başlıyor. Kişiliğini, kimliğini bu mücadele içinde inşa etmeye çalışan insan, bu çabanın yıkıntıları altında kalıyor çok zaman. Hasan Öztoprak’ın edebiyatı, kesinlikle, yıkıntı insanlarının hikâyelerinde mayalanıyor. Mayalanmıyor da keskin bir gözlem gücü, olağanüstü sahicilik duygusu ile birebir o insanları anlatıyor hatta. Kitapları, sadeliğin ruha huzur veren güzelliğinin yanı sıra, buruk bir tat da bırakıyor okurun ağzında. Ta “E” dergisi yıllarından tanırım kendisini, Zonguldak’ta birkaç gün yarenlik etmişliğim de var hatta. O vakitlerden beri bilirim ki, cenk günlerinde aynı saflarda durup yoldaş olmuşuz birbirimize. Kim bilir, romanlarından aldığım o tat, hiçbir şeye değişilmeyecek yoldaşlık duygusundan geliyor belki de. Test etmek için okuyun bence…